Emre Altıntaş
30 Eylül 2007 Pazar
J'attendrai le suivant...
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 22:45 0 yorum
Etiketler: kısa film, La Boite, Philippe Orreindy
Ankara
"Ankara...Ankara seni görmek ister her bahtı kara" diye başlayacak değilim yazıma.Aslında kaderimi değiştiren bir şehir oldu burası.Başka bir okul,başka arkadaşlar,başka hocalar,bambaşka bir iklim...2 senem geçti ve benim için başlangıçta çok zor olmuştu alışmak.Bu şehir ve bu şehrin insanları hakikaten benim yıllarımı geçirdiğim bölgeden ve bizim oraların insanlarından çok farklıydı.Örneğin,bizim orda yabancı biri adres sorduğunda biz bildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışırız.Buradakiler gibi (en azından benim karşılaştıklarım öyleydi) cevap vermeden ya da soran kişinin yüzüne bakmadan yolumuza devam etmeyiz.Bunun yanısıra bu şehrin insanlarının suratları -teşbihte hata olmaz- "sponge bob" vari bir şekilde dümdüz.Merak ediyorum mimik denen şeyi Yaradan Rabb'im sizden esirgedi mi?.Haksızlık olmasın bütün Ankaralılar böyle değil elbet.Arkadaşlarım mesela -ki zaten öyle olmadıkları için arkadaşlarım- çok iyi insanlar.Zaten ben şuna inanırım,yaşadığın yeri güzel yapan o yerin coğrafyası kadar içinde yaşayan insanlardır.Bu bağlamda Ankara'yı yaşanabilir kılan -en azından benim açımdan- içinde yaşayan insanları dolayısıyla arkadaşlarımdır.Havasına,suyuna (ki yakında o da kalmayacak),mimaridan yoksun binalarına alışmak yıllarını Kıyı Ege'de geçirmiş herkes için zor olsa gerek.2 yıl geçirdim bir 2 yıl daha geçiririsem sıkılırmışım gibi geliyor.Ama hakkını yemeyelim bizim için Aydın'da "kar" yağması büyük bir doğa olayı idi.Burada "kar topu" oynamanın tadını da keşfettim ve tabi "kar yağmasının" sıradan bir doğa olayı olduğunun da:-).Biz derse girmezdik hocam kar yağdığında:-)...Hıı işte bi de bu "hocam" kelimesi.Dünya'nın herhangi bi yerinde bi gün bana biri böyle seslenirse o kişinin "Angaralı" olduğunu ya da en azından "hayatının önemli bir kısmını Ankara'da geçirdiğini" anlamamı sağlayacak hitap şekli.N'oldu "birader,amcaoğlu,baba" ya,hepsi "hocam" oluverdi:-).
Bi laf duymuştum;"ankara'da yaşamak, büyük şehir imkanlarıyla, küçük şehir hukukunu yaşamaktır" şeklinde.Aslında bu yazının başında anlattığım "adres sorma" mevzusu bu söze ters düşüyor ama haksızlık da etmeyelim bu şehre.Ramazanda kapı komşumuz ikramını esirgemez mesela.Ya da apartman kapısında karşılaştığın -kaçıncı katta bile oturduğunu bilmediğin" komşunla selamlaşırsın(eski yönetici bozuntusu hariç:-)).Bunların hep metropol kentlerinde unutulduğu söylenir ya.Demem o ki aslında garip bir şehir Ankara.Aslında Ankara'da Ankaralı sayısı bir Çorumlu,bir Kırıkkaleli,bir Kayserili,bir Konyalı toplamı kadar.O açıdan İç Anadolu'nun bir mozaiği belki de.
Bu şehir hayatımın en azından 3 yılını geçireceğim yer olacak bu sınıfın sonunda.Mezuniyet sonunda ayrılırsam bu şehirden kafamda "iyi" bir Ankara hatırası kalacak.Elbette sevdiklerim sayesinde,üzerine alınma Ankara!Ama yine de "Vega" dan gelsin;
yağmur dönerken kara
yavaşça süzülenler yola
araba dolusu bi tuhaf seven
şarkılar çalan söyleyen
sevenlerden biri ben
arkada bıraktığım sen
kim olduğumu biliyorsan
söylesen
ah yağmur dönerken kara
şarkılar var falımda
hepsi sana bu gece ankara
ah yağmur dönerken kara
yine yol var falımda
ister özle, yok istersen hiç hatırlama
sokaklar dolusu şekerle kar kokusu
tunalı'da gezinirken bizde bir kahvaltının tutkusu
acıkanlardan biri ben
arkada bıraktığım sen
kim olduğumu biliyorsan
söylesen
Oğuz Barlas
28 Eylül 2007 Cuma
The Mummers' Dance
Emre Altıntaş
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 02:43 0 yorum
Etiketler: Loreena McKennitt, Nights from the Alhambra, The Book of Secrets, The Mummers' Dance
Önemsiz Bir Açıklama
"Bu yazıyı sadece içimi rahatlatmak için yazıyorum ve yazıyı aslında görmesi gerekenler görmeyecekler büyük ihtimalle."
O fotoğrafları koyarken asla kafanızda kurduğunuz gibi bir şey düşünmedim. Küçük bir insan değilim, asla küçük hesaplar peşinde koşmam... Ayrıca sizinle direkt olarak muhattap olarak kendimi küçültmek istemediğim için fotoğrafaları sildim, yerine kesilmiş şekilde kendi istediğim bölümleri koydum. Belki de bu kadar saçma şeyleri takmadığım için, biraz da sizin böyle saçma fikirlere kapılacağınızı tahmin edememem yüzünden o fotoğrafları dikkatsizce oraya koymuşum zamanında. Neyse istediğiniz olmuştur umarım, eğer zaten sizin dediğiniz gibi bir şey düşünüyor olsaydım daha farklı davranmaz mıydım? Sözlerime burda son verirken şunu özellikle belirtmek isterim; "sizden özür dileyecek de değilim, hatta ne haliniz varsa görün!!"
Not: Bu yazıyı buraya yazarak yer işgal ettiğim için okuyan herkesten ve özellikle Oğuz'dan özür dilerim. Umarım anlayışla karşılarsınız...
Emre Altıntaş
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 02:17 0 yorum
Etiketler: Emre Altıntaş, facebook, omarettin
24 Eylül 2007 Pazartesi
Morgıç ve Yukuki teyze
Gerçek vs Rüya
Rüya konusunu açtığın için öncelikle sana teşekkür ederim Oğuzcuğum. Aslında bu konu benim kafamı uzun süredir kurcalayan bir konu. Ancak ben daha farklı bir yönden yaklaşıcam.
Bütün insanlar, bebekler hatta bazı hayvanlar rüya görürler, gördüklerini hatırlasınlar ya da hatırlayamasınlar. Rüyaların aslında çok çeşitli sebepleri olabiliyor psikolojik, fiziksel ya da kimyasal. Tabi uykunun da evreleri var rüyalarımıza yön veren. Uykumuzun REM evresinde görülen rüyalarımızda tamamen gerçekten olayları yaşıyormuş gibi görüntüler belirir beynimizde. Long Term Memory dediğimiz uzun dönemli hafızadaki bilgilerin açığa çıkmasıyla oluşan bu rüyalarımızda vücudumuz da bazı görüntülere tepki verir (örneğin yüksek bir binadan düştüğümüzü gördüğümüzde yere düştüğümüz andaki vücut tepkisi yatakta uyurken de gerçekleşir).
Peki gerçeği nerden biliyoruz. Yani rüyalarımızla gerçek hayatı birbirinden nasıl ayrırıyoruz. Bazen rüya içinde rüya gördüğümüz olur (benim oluyor açıkçası). Peki şu an gerçek addettiğimiz gerçekliğin rüya olma olasılığı nedir? Günlük yaşamımız da bile gerçek sandığımız yanılsamalar içine girebiliyorken, bu günlük yaşamımızın gerçek olduğu konusunda da yanılıyor olamaz mıyız. Yani bu gerçeklik aslında çok komplike bir rüya da olabilir. Kuantum paradigmasının bakış açısıyla yaklaşırsak gerçek hiç bir zaman tek değildir ve gerçeğe ulaşmak farklı yollardan gerçekleşecektir. Bu yüzden hepimiz dünyayı farklı şekillerde algılıyoruz, ve gerçekleri kendimize göre belirliyoruz bir şekilde. Bu algısal farklılıklar aslında mutlak gerçeğe ne kadar uzak olduğumuzun ve koca bir rüyada olduğumuzun kanıtı. Kimse bu rüyadan kaçmak istemez, hatta bu rüyayı korumak için elinden geleni yapacaktır. Ama sonuçta bu rüya da birgün bitecek, ve bizi gerçek yaşamımız bekliyor olacak...
Emre Altıntaş
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 01:47 0 yorum
Etiketler: gerçeklik, kuantum paradigması, Long Term Memory, REM, rüya
23 Eylül 2007 Pazar
Yalan Rüya
Rüyaların bir anlamı olduğu konusunda artık iyice şüpheleniyorum.Yer,zaman,mekan ve kişi kavramı bu derece bağlantısız olabilir ancak.Farazi olarak küçükken mahallede beraber futbol oynadığım arkadaşımla üniversite kampüsünde çimlerde oturup bi şiler yiyebiliyoruz.Ya da şu olabiliyor;Artık alakam kalmayan ya da görüşmediğim insanlarla -eski günlerdeki gibi- muhabbet edip konuşuyor olabiliyorum.Aslında bu yazıyı yazmamı sağlayan bu gece gördüğüm bi rüya.Ayrıntının bi önemi yok tabi ama yukarıda tanımladığım durumları örnekleyen bi rüya gördüm yine.Hissetmediğim şeyleri bana yeniden hissettirdi.Bi rüyanın böyle bir gücü olabilir mi?Unutmayı başardığımız -ya da öyle sandığımız- insanları,duyguları bir gece ansızın bize hatırlatarak bizi tekrar geçmişe götürebilirler mi?Mahallede artık hepsi bir yere dağıldığı için görüşemediğimiz arkadaşlarımızla tekrar futbol oynayabilir miyiz ya da kendisine eski duygularımızı hissetmediğimiz bi insana tekrar aşık olabilir miyiz? Artık "olmayanı" "olur" yapabilir mi rüyalar?Ya da artık gerçekleşemeyeceğini bildiğimiz şeylerin mi rüyasını görürüz?Fantezi -her ne kadar Türkçe olmasa da- "rüya" nın karşılığı olabilir mi acaba?Çok soru sordum biraz düşünün siz.O değil de şu rüya gerçek olsaydı güzel olurdu ama şimdi değil, zamanında yani geçmişte!
Oğuz Barlas
22 Eylül 2007 Cumartesi
evlerinin önü boyalı direk ~ flamenco
Emre Altıntaş
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 19:06 0 yorum
Etiketler: evlerinin önü boyalı direk, flamenco, weplay muzikisi
21 Eylül 2007 Cuma
Kardeş Kavgası
Aslında ben de ablamla çok kavga ederim de burada bahsi geçecek olan biraz mitolojik :-)....Bu yazıyı şu an yazıyorsam "yaz" mevsimini ve dolayısıyla Kuşadası'nı özlememdir sebep.Sonra kendime de "neden Kuşadası'nın eski güzelliği kalmamışken ben hala özleyebiliyorum?" diye sormam.Sorunun cevabı basit çünkü orası "bizim oralar".Fakat bilinmesi gereken başka bir şey de "bizim oralar"da hala -yerlilerin dışında- çoğu kimsenin bilmediği gezip görülmesi gereken yerler de var.Bunlardan birisi de Zeus mağarası.Zaten yazıyı yazma sebebim de ortaya çıkyor bizim oraların reklamını yapmak!Dilek Yarımadası Milli Parkı'nın girişinde yer alan mağara Gök Tanrısı Zeus'un, kardeşi denizin mutlak hakimi Poseidon'u kızdırdığında -bu arada psikopat bi abisi varmış kızdırıldığında denizleri kabartıp alt üst edermiş,toprakları sarsarmış- saklandığı bir yermiş.Ayrıca bi güzel dinlenip yıkanırmış.Aslında Zeus'un da hikmeti var göğü inletip yağmuru yağdıran bir zat-ı muhterem fakat abi hürmetine el kaldırmıyormuş sanırım.Efendim,Zeus Mağarası içinde 10-15 metre derinliğinde bir su birikintisi de var.Hani birikinti dediysem girilip yüzülüyor bayağı.Zaten Güzelçamlı halkı da denizin uygun olmadığı hava şartlarında -bir nevi zeus oluyorlar ve onu yad ediyorlar:-)- mağara girip yüzme ihtiyaçlarını burada gideriyorlar.Şunu da söyleyeyim içindeki su tatlı ve tuzlu suyun karışımından oluşuyor.Maden suyuna benzetiliyormuş tadı da.Bu arada mağara içindeki kayanın dibinden -ki bu 4 metre dalmayı gerektiriyor- çıkan çamur yüzlere sürülerek güzelliklere güzellik katılıyor.Fakat bu çamur kısıtlı miktarda olduğundan yetişenin elinde pardon yüzünde kalıyor.Son bir not mağaraya girildiğinde Zeus'un yüzünü görüyor gibi oluyormuşsunuz."Mış" lı konuştum zira ben de daha mağaranın içine girmedim hep dışardan şöyle bir baktım sadece:-)
Oğuz Barlas
verba volant scripta manent
Yazmak gerek efendim yazmak! Çünkü söz uçar yazı kalır. Aslında çoğumuzun bildiği bir laf da pek uygulamıyoruz. Ya da bi dakika niye sizi suçladım ki ben,bunu yapmayan benim.Bugün Merkez Bankası stajımın 4.günün de konuşmacılardan Doktor Levent Bey'in bir uyarısydı bu bize.Biz diğer konuşmacılar da olduğu gibi kendisini dinleyecektik fakat konuştuklarının ayrıntısını ertesi gün unutacaktık:-)Bu durum Levent Bey'in hoşuna gitmedi ve bizi stajı ciddiye almamakla suçladı.Aynı şekilde
bir uyarıyı yine eski bir Merkez Bankacı olan bir önceki başkan Süreyya Serdengeçti
de yapmıştı 2006 yılında katıldığımız bir panelde.Çünkü kendisinin de küçük bir not
defteri vardı ve diğer panelistlerin konustuklarını ve sorularımızı not alıyordu.Demek Merkez Bankacı'ların böyle bir takıntısı varmış demekten ziyade hatayı elbette kendimde gördüm tekrar.Sonuçta aynı hatayı iki kez yaptım.Bu arada aklıma blogu da ihmal ettiğim geldi.Yazmıyordum çünkü.Acaba insan yazmadığında çok mu mutludur ya da kederli?Ya da üşenmişlik duygusu muydu beni uzaklaştıran.Yazmak
aslında bir nevi karşınızda sizi hep dinleyen bir dosttunuz varmışcasına içinizi boşaltmanızı sağlayan bir araç.Ayrıca Levent Bey'in uyarısı da çok yerindeydi tabii ki.Ordaki durumda yaşanmış tecrübelerin aktarılması söz konusuydu ve belki de orda bahsi geçen bir olay bize 1 yıl sonraki muhtemel iş mülakatımızda ya da hayatın bambaşka bi yerinde avantaj sağlayacaktı.O yüzden efendim yazınız,naptığınızı nedüşündüğünüzü,arkadaşınızı,aşkınızı kısacası hayatınıza dair her şeyi yazınız.Yazın,hem yazın hem de kışın:-)
Oğuz Barlas
19 Eylül 2007 Çarşamba
Ne istedin ulan elin garibinden, öyle de çok seviyordu ki seni...
-Senden özür dilemeye geldim... Beni affet.
-Yok canım, affedecek bişey yok ki.
-Var! Ben budalanın biriyim, seni anlayamadım. N'olur, olanları unutalım.
-... Peki...
-Ah, bin arabaya.
-Niye?
-Balayına gidiciz!
-Ama bak bu sefer güvey olurum, olur mu?
-Olur, peki.
...
-Biniyim mi?
-Hıhı.
(oldu, en sonunda oldu, bim bam bom
rüyalarım gerçek oldu, bim bam bom
duyduk duymadık demesin hiç kimse
işte ilan ediyorum herkese!
oh, oh oh, çok şükür dostlar
benim de artık bir sevgilim var
hırsından çatlasın düşmanlar
şimdi benim de bir sevdiğim var
kim demiş "kimse ona bakmaz" diye
"kimse onu koluna takmaz" diye
"evde kalmaktan kurtulamaz" diye
çatlasın, patlasın, dönsün deliye...)
Şu an boğazım düğüm düğüm, ama huzur dolu bir gülümseme var suratımda :) Şeyi izledim, şu filmi... Hani var ya canım Kemal Sunal ile Meral Zeren'in oynadığı.. Yaa hatırlayamadınız mı? Doğru, aslında ikisinin birlikte oynadığı bir sürü film var. Ama ben şeyi diyorum "ŞAŞKIN DAMAT"ı. Çok güzel film allah için!
"Bir üçgenin yüksekliklerinin aynı noktada kesişirler." Bu ne demektir yaa?
Kemal Sunal'ın yine üstün oyunculuk yeteneğini gösterdiği ilk dönem filmlerinden Şaşkın Damat, hatta Hababam Sınıfı serisinden de önce. Kemal Sunal bu filmde oynadığı saf ve temiz Anadolu genci tiplemesiyle insanı güldürürken, aslında bayağı da hüzünlendiriyor (filmde kendimle bağdaştırdığım ve belki de filmi sevmeme neden olan karakter). Film başta çok çarpıcı bir sahneyle başlıyor zaten: Apti, (Apti'nin tabiriyle) Küçük Hanım'ın odansından içeri güller fırlatır, Küçük Hanım Uyanır ve pencereden bakar. Apti "Günaydın Küçük Hanım" der, bütün saf temiz ama trajik sevgisiyle (yine düğüm düğüm oldu boğazım). Film birçok yerinde komik ama yine de hüzünlü karelere sahip. Fakat filmde öyle bir denge tutturulmuş ki, kahkahalarla gülmemek ve gözlerinizin dolmaması için çok çaba sarfetmeniz lazım.
Ne istedin ulan elin garibinden, öyle de çok seviyordu ki seni...
Burda filmde oynayan çocuk oyuncudan bahsetmeden geçemeyeceğim açıkçası (Gerçi şimdi eşşek kadar adam olmuştur ama :)). Bugün televizyonlarda gördüğümüz çocuk oyuncularla asla karşılaştıralamaycak bir oyunculuk sergilemiş filmde. Sezercik'ten de bir adım ötede aslında, gerçek bir çocuğu yansıtmış diğer oynadığı filmlerde de ("Canım Kardeşim"de oynadığını hatırlıyorum bu veledin; o filmi izlerken de, komedi olcak sanmıştım küçükken, çocuk ölmüştü dumur olmuştum).
Sana bi çift sözüm var... Eşşoğlu eşşek. Oh be!
Son olarak filmin imdb'den arakladığım bilgilerini de vereyim.
ŞAŞKIN DAMAT (1975)
Yönetmen: Zeki Ökten
Oyuncular:
Kemal Sunal
Meral Zeren
Ali Şen
Bülent Kayabaş
Ayfer Feray
Kahraman Kıral
OST:
Yasemin Kumral - Bim Bam Bom
Emre Altıntaş
Gönderen veritas-et-aequitas zaman: 03:18 0 yorum
Etiketler: Ali Şen, Ayfer Feray, Bim Bam Bom, Bülent Kayabaş, Kahraman Kıral, Kemal Sunal, Meral Zeren, Şaşkın Damat, Yasemin Kumral, Zeki Ökten
6 Eylül 2007 Perşembe
Hapı yutmak ya da yut(a)mamak!
4 Eylül 2007 Salı
kaos olamayınca gelen kaos
Biraz daha bekleyip son maçtan sonra yazmayı planlıyordum bu yazıyı. Ama dayanamadım yine. Bu yazıyı yazarken bir yandan da düşünüyorum hani basketboldan çok mu anlıyorum. En azından Hıncal Uluç kadar anlıyorumdur galiba :)
Basketbol Milli Tkımımız İspanya'da çok kötü oynuyor ve bu akşam sıradan bir takım olarak görülen Almanya karşısında - Nowitzki karşısında mı demeliydim acaba:) - ağır bir yenilgi aldı. Gerçi dünkü maçtan sonra bu maçın ilk yarısını izledikten sonra maçtan sıkıldım ve daha faydalı birşey yapıp "lö fabula destan dö ameli pulan"ı izledim. Ama Efes Cup'tan beri takip ettiğim kadarıyla ortada bir takım yok, herkes kendi havasında. Özellikle geçen seneki kadroya dahil olan "NBA yıldızlarımız".. Geçen seneki takımımız çok savaşan, yenilgiyi kabul etmeyen, aslında çok da ahım şahım oynamayan ve oyunu öyle domine etmeyen; ancak bir kaos ortamı yaratıp bu kaostan karlı çıkan taraftı. Bak yeni bişey geldi aklıma, geçen sene kaos sistemi uyguluyoduk biz yaa... Ve en azından başarılı uyguluyoduk bu sistemi. Bu sitemin ana özelliği genç ve hırslı oyuncularımızın olmasıydı. Uzunlarımız Ermal, Kerem, Kaya, Semih boyalı alanı bir mikser gibi karıştıran ve orayı bozan oyunculardı. Ersan, Serkan ve İbrahim sayı yükünü çektiler takımımızda. Oyun kurucu olarak başta Kerem, daha sonra da Ender ve Engin'de takımı bir orkestra şefi gibi yönetince, her maçta farklı bir oyunucumuz yıldızlaşıyordu. Yani bir takımdaşlık olgusu vardı. Benchte otururken bile oyuncular takım halinde heycanlanıyorlardı. Peki bir senede nasıl oldu da bu takım gitti, ölü gibi oynayan 2002'deki ve 2005'teki hastalıklı takımlar geri geldi? Bence bunun en büyük sorumlusu tabi ki Tanjevic, çünkü çok fundamental şeyler (örneğin belirli bir hücum organizasyonumuz yok, defansta boyalı alan zaafımız var) eksik takımımızda. Bu da antrenman eksikliklerini gösterir. Ayrıca maç esnasında zırt pırt oyuncu değişiklikleri yaparak kafasında bir takım dahi oturtamadığı görülüyor. Fakat oyuncularda da problem var. Bence bu takımın ve kaos sisteminin oyuncusu değiller Hidayetle Mehmet. Yani NBA'de alışık oldukları oyunla yakından uzaktan alakası yok bahsettiğim geçen seneki oyunumuzla. Onlar bu sisteme dahil olamayınca çarklar bir anda bozuluyor. Suçun hepsini onlara yüklemek istemiyorum tabiki. Çünkü diğer oyuncuların da onlardan geri kalır yanı yok. Mesela Engin Atsür nasıl bir oyun kurucudur ya? Bu kadar kötü oyun mu kurulur. Nerde Kerem Tunçeri, niye kadroya çağırılmadı. Bence milli takımımızın asıl kadrosu bu olmamalıydı. Baştan sona yanlışlar içindeyiz ve bütün hazırlık maçlarında da çok açık şekilde ortadaydı. Hıncal Uluç'a laf ettik başta ama doğru söylediği birşeyi burda tekrar etmek istiyorum. 90 Dakika'da kendisine sormuştu Fuat Akdağ "Efes Cup'ta final oynadı takımımız, nasıl buluyorusunuz?" diye. Hatırladığım kadarıyla şöyle demişti, bu takım oyun falan oynamıyor. Hiç bir hücum planı yok, sadece üçlük atıyor girerse kazanıyor ve şimdiye kadar kazandı, ya girmezse nolcak demişti. Evet artık girmiyor, herkes sırayla denediği halde.
Muhtemelen yarın da bizi bir hezimet bekliyor... Umarım artık milli takımızda bir sistem, oluşur ve sisteme uygun oyuncular alınır, yıldızlar da bu sisteme dahil edilir, dahil olmayan yıldızlar da bi güzel çağırılmaz.
Emre Altıntaş
2 Eylül 2007 Pazar
Yedin Bitirdin Beni!
Bir de Avustralya örümcekleri var…Bunlar da dişileriyle 8 saat flört ettikten sonra -hızlı yaşıyor bu hayvanlar alemi bayağı- çiftleşme safhasına geçiyorlar.Erkeğin Hakk’ın rahmetine kavuşması durumu bu türde de mevcut ama farklılıklar var; bir kere genellikle ikinci bir hakları var:-).Nasıl mı,efendim birincisi birleşme sırasında erkeğin göbeğinin ortasında bir kemer oluşuyor ve kalp gibi yaşamsal organlar vücudun alt kısmında kalıyor.Dişimiz üst kısmı yerken alt kısımdaki yaşamsal organlar erkeğimizin canlı kalmasına yol açarken ikinci döllenmeye de imkan sağlıyor.Bu arada aktarmayı unuttuğum küçük bir ayrıntı daha var;erkek organ dişinin spermleri aldığı kanalı tıkıyor:-) yani dişimizin başka bir erkekle yekvücut olması namümkün:-). “Senin için ölürüm hülya’m” şeklinde bir anlayışın ürünü olsa gerek bu durum da.Sonuçta hakikaten de ölüyor.
İyi “Pazar”lar