25 Aralık 2007 Salı

Bi daha...

“…Beklersin…Görmek istersin, rastlamak istersin, “bi tesadüf olsun da şu köşeyi dönünce karşıma çıkıversin” dersin…Ama, ama olmaz. Beklenti içinde olunca olmaz işte. İlla ki hiç beklemediğin bir anda olur bu karşılaşmalar. “ Tamam da onu hiç beklemediğim an yok ki her an görecekmişim umuduyla yürüyorum yollarda ,koridorlarda ” diye söylenirsin ve nasıl olacak bu rastlantılar diye düşünmeye devam edersin. “ Önceden ayarlanmış tesadüfler" hazırlamak akıldan geçer, “ nasıl olsa haftada bir de olsa … günü saat …da şurda olmuyor mu hep “ deyip o saatten sonra ne yaptığı konusunda arkadaşlarıyla konuşmalarına kulak kesiliverirsin o gün. Arada senin de konuşma fırsatın olur ama konu hep tabir-i caizse “havadan sudan” mevzulardır. Aslında başkalarının yanında sohbetin boldur, ağzın iyi laf yapar, yeni birileri ile tanışırken samimiyeti birinci dakikada kuruverirsin konuşmanla ve gülümsemenle ama onunla hiç de böyle olmaz nedense .Hiç uzun konuşma fırsatı olmaz, dahası “ uzun konuşma fırsatını yaratacak buluşma teklifini “ söyleyebilecek zamanın bile kalmaz bu sınırlı muhabbetler süresince. Bi atak yaparsın, cevap gelmez karşı taraftan ya da aslında sen bi atak yaptığını sanmışsındır. Sonra bi şekilde onunla ilgili doğum günü gibi özel bi detayı öğrenir ve ona bir hoşluk yaparsın hiç de “ sadece ara sıra konuşulan bir insandan” beklenmeyecek derecede. Nasıl öğrendiğini mesajına yazmazsın zaten budur “kutlamayı” özel yapan ve senin onu özel biri olarak gördüğünü kanıtlayan. Yine günlerden bi gün olur , , her hafta bir defa da olsa görebildiğin yerde onu yine görürsün. Bakışı bi değişik gelir, ya da sadece sana öyle gelir, etrafı yine kalabalıktır yanına gidemezsin zaten o da gelmeyecektir, sonuçta hiçbir şey olmamıştır, sadece görmek istersin bi daha, bi daha ve bi daha.

Alıntıdır.

Oğuz

24 Aralık 2007 Pazartesi

158.2


Reel efektif döviz kuru bir ülkenin ticaret ilişkisinde bulunduğu ülkelere yaptığı ticaretin dikkate alınarak – her yabancı ülkenin ticaretteki pay oranlarının ağırlıklı geometrik ortalamalarırı hesaplanmasıyla- yerel paranın reel değerinin ölçülmesinde kullanılır. “ Üretici Fiyatları ya da Tüketici Fiyatları endeksi bazlı “ reel efektif döviz kuru ise ilgili ülkelerinin enflasyon oranlarınun da dikkate alınarak yerel paranın reel değerinin hesaplanmasında kullanılır.

Bu teknik bilgiyi verdikten sonra ( aslında biraz da kendim unutmayayım diye yazdım buraya ) ülkemiz için bu değerin Kasım ayı itibarı ile TÜFE baz alındığında 188.1, ÜFE baz alındığında 158.2 oldğunu not düşeyim. 100 üzerindeki rakamlar “devalüasyon” u işaret etmektedir. Bu cümlemden hemen bir devalüasyon olacağı anlaşılmasın fakat unutulmamalı ki bu göstergeler “reel”, yani “ ülkelerinin paralarının asıl değişildiği yer olan” ticareti”göz önüne alınıyor dahası bununla da kalınmayarak bu her ikitarafın da “enflasyon” oranlarını göz önünde tutuluyor. Teori ÜFE bazlı reel efektif döviz kurunun “ gerçek “ kur üzerine konuşulurken göz önünde tutulması gerektiğini söylüyor. Bu demek oluyor ki Yeni Türk Lirası 58% daha değer kaybetmeli. Mutlak bu oranda - değer yıpranması -olur mu bilemiyorum ama 2008’in iktisat çevrelerince de vurgulanan riskleri göz önünde bulundurulduğunda ülkemizin de küresel şartlardan etkilenme ihtimali yüksek diye düşünüyorum. Aslında 2008 yılına ilişkin riskler bambaşka bir yazının konusu ama belirtmekte fayda var , ABD ekonomisinin resesyona girme ihtimali “ efsane” FED Başkanı Greenspan tarafından %50 olarak görünüyor. Kendisi böyle buyurunca başka “göstergeye” gerek kalmıyor zahir. Meşhur mortgage krizinin çeşitli finans kurumlarına zararı şu an için 59 milyar $ olarak görülüyor. Bu zararının 250 milyar $’a çıkabileceği söyleniyor 2008’te. Dahası tehlike ABD ile de sınırlı değil. Geçen hafta 501 milyar $ gibi “ o kadar para var mı lan ” diye düşündüğüm miktarda likiti piyasaya %4.31 gibi cüzi bir oranda borç veren Avrupa Merkez Bankası’nın bu girişimi beklenen “ suni teneffüs “ havasını da yaratamadı. 2008’de bankaların zararları şu anda tahmin edilemeyen düzeylere çıkarsa bu zararlarının ne kadarını sermayelerinden karşılayabilecekleri ve bu durumun da muhtemel bir kredi daralmasına yol açabileceği gerçeğini de göz önünde tutarak kısaca şunu söylüyorum; Avrupa ve ABD ekonomileri grip olup yatağa düşürse , bizim de zatürre olmamız yakındır.

Kısacası, hazır ÜFE Bazlı reel efektif kur bu kadar yüksekken, teori de bunun devalüasyonu işaret ettiğini söylerken , Avrupa ve ABD ekonomileri de kritik eşiğin üzerinde seyrederken ben de biraz felaket tellallığı yapayım.

Oğuz

Türk Polisi

Güvenliğimizin teminati olanların icraatları ile kendilerine olan güveni azaltmaları “güvenliğimizin” daha da tehlike de olduğunun bir kanıtı değil midir aslında? Hafızamı şöyle bir yokluyorum da Beyoğlu Karakolu’nda Nijeryalı bir göçmenin polisin silahından çıkan kurşunla ölmesi - ki açıklamalar çıkan arbedede polisin silahın almaya çalışırken silahın ateşlenmesi sonucunda öldüğü yönündeydi - , son 1 Mayıs gösterisinde cafe’de masasında oturmaktan başka bir günahı olmayan! bir vatandaşımızın polisten yediği yumruk – ki görüntüsü hala aklımda , yine birkaç hafta önce İzmir – Karşıyaka da polisin “ dur “ ihtarına uymayan gencin başında vurularak -ki kimseye mesleğini öğretmek haddim olmamakla birlikte lastiklerine de ateş edilebilirdi - öldürülmesi ve son olarak bu gece bu yazıya yazmama vesile olan “ Maraton programı kameramanın “ Cumartesi gecesi oynanan Fb – Ts maçı sonrası polis tarafında darp edilmesi – ki her zaman girdikleri koridora “ Vali Bey geçecek birazdan denilerek alınmamaları ve onun da ötesinden ısrarcı olan kamerana tekme tokat girişilmesi - .

Hatırladıklarım Türk Polis hakkında bir genelleme yapmama yetmeyebilir ama ben bile bu zayıf hafızamla bu kadar olayı hatırlıyor isem sorgulanması gereken bir şey var demektir. Tüm olan bitenler bir yana saydığım olaylardan sonra Polis Teşkilatının kamuoyunu tatmin edebilmekten uzak – açıklamaları , sebeplendirmeleri , özürleri , bahane bulma çabaları adı her neyse – yaşananları daha acı verici kılıyor. Hele hele bu gece İstanbul Emniyet Müdürü kişisinin yaptığı gibi “ devletin polisine şöyle şöyle yapmış sizin kameranınız da “ diyerek - darp olayını yalanlayamadı zaten – ancak ortaokul seviyesindeki kavgalarda tarafların birbirine sergileyebileceği “ama sen de bana şunu yapmıştın “ tavrında olması idarenin kimlerin elinde olduğu konusunda beni düşünmeye sevk etti. Sanki cümleyi “ devletin polisi ” diye başlatınca kendini haklı çıkaracaksın , yapılanı meşrulaştırabileceksin ?

Bizim özgürlüklere demokrasi ye , insan haklarına saygılı bir toplum olabilmemiz en azından yaşanan şartları altında namümkün gözükmektedir. Yaşanan şartlardan kastım sadece polisin bu davranışları değil elbet . Ülke bu denli güvenlik tehdidi altında olmaya devam ettikçe , kendi gibi düşünmeyeni tehdit olarak görenlerin sayısı çoğunlukta olduğu sürece , dahası karşıt fikirler üstünlüklerini şiddetle kabul ettirebileceklerini sandıkça Polis Teşkilatımız içinde şlddet kullanmayı “ normal “ görenler hatırı sayılır sayıda olmaya devam edecektir.

Dediğim gibi yapmayı çalıştığım bir Türk Polisi “ genellemesi “ yapmak değil. Hele hele Türk Polis Teşkilatını kötülemek hiç değil. Güvenliğimizi borçlu olduğumuz insanları kötülemek haddim sınırlarında olamaz zaten. Bizim onlara ihtiyacımız var çünkü. Ben sadece “ şiddet manyağı “ polis imajının oluşmasının engellenmesi gerektiğini düşünyorum.

Polis hizmet ettiği halkına bir annenin küçük kızına verebildiği güveni verebildiği müddetçe görevini layıkı ile yapabiliyor demektir.

Oğuz

20 Aralık 2007 Perşembe

Happiness Factory: The Movie

"Mutluluk Fabrikası" 31 aralıktan önce veritas et æquitas'ta...




Emre Altıntaş

5 Aralık 2007 Çarşamba

Küçük bir Hikaye

Aslında bugün tesadüf ve rastlantılarla ilgili yazacaktım fakat Radikal Gazetesi’nin 5 Şubat 2006 tarihli sayısında Türker Alkan’ın yazısındaki bu hikayeyi görünce aynen aktarmaya karar verdim

Charlotte Wechesler, New York'ta yaşayan kör bir kadındı. O yıl kış uzun ve sert geçtiği için pek evden dışarı çıkmamış, baharı beklemişti. Baharın kendisini gösterdiği ılık bir günde dışarı çıkmaya karar verdi. Güzelce giyindikten sonra kaldırıma yöneldi. Komşusu, "Gideceğiniz yere bırakayım," dediyse de, "Yok, ben dolaşmak istiyorum," dedi Charlotte, "bacaklarım açılsın." Köşeye vardığında durdu, her zaman biri gelir, trafik ışığında karşıya geçmesi için yardım ederdi. Gene böyle bir yardım bekledi. Ama gelen kimse olmadı. Charlotte beklerken çocukluğunda öğrendiği 'Hoş geldin bahar' şarkısını söylemeye başladı. Birden yanı başında bir erkek sesi duydu: "Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuz anlaşılıyor. Sizinle caddeyi birlikte geçme onurunu bağışlar mısınız?" "Aa tabii, memnuniyetle," dedi Charlotte. Adamın koluna girdi, kızgın sürücülerin korna sesleri arasında sakin sakin sohbet ederek karşı kaldırıma vardılar. Adam, Charlotte'a dönüp, "Bilmem farkında mısınız," dedi, "sizin gibi neşeli bir insanla yolun karşısına geçmek benim gibi kör bir insan için ne kadar muhteşem bir duygudur!"

Gereken sinyali Charlotte “şarkı söylerek” vermişti . Gözleri görmeyen adamın bu sese kulak vererek Charlotte’ın yanına gelip koluna girmesini kim tesadüf olarak addedebilir ki ?

Oğuz