31 Ekim 2007 Çarşamba

Koskoca Ekonomi Bilminin Tanımı





Emre Altıntaş

İyiler de gidiyor bu dünyadan...

Bu tür yazılardan nefret ederim aslında. Biri vefat eder ve herkes arkasından ne iyi adamdı, şöyleydi böyleydi diye konuşur, yazar, çizer... Zamanında değerini bilmediğimiz insanların arkasından boy boy televizyonlara çıkılıp samimiyetsizce onların anlatılmasından haz etmiyorum. Bu yüzden kısa bir yazı olacak, Türkiye için önemli bir şahsiyeti kaybettik. 90'ların başında çocuk olanlar çok iyi hatırlarlar Erdal İnönü'yü... İhtiraslara ve küçük oyunlara kapılmadan nasıl siyaseti bırakıp akademisyenliğe döndüğünü... Belki büyük bir devlet adamı değildi, iyi bir politakacı da değildi belki de. Ama bu ülke için faydalı ve örnek alınması gereken insanlardan biriydi. Allah rahmet eylesin..



Not: Başlık Oğuz'un ablasından (affına sığınarak) çalınmıştır.




Emre Altıntaş

30 Ekim 2007 Salı

İskeçeli Yorgo - Σοκερντέ




Emre Altıntaş

28 Ekim 2007 Pazar

Cızırtılı Radyo

Tek başımayım… Gecenin 1’in de - doğal olarak- Ankara yolları bomboş… Beyaz Panda’mla eve dönüyoruz. Radyom açık biraz da cızırtısı var, antenden mi ne? Ama artık ben onu böyle seviyorum… O anda çalan şarkıya başka bi güzellik katıyor bence. Sanki şarkının düzenlemesinde yer alan bir “mix” gibi. Arada gidip geliyor şarkı ve o anda duyamadığım sözlerini ben söylüyorum. İşte başka bi güzellik ; şarkıyı hissetmeme yarıyor gidip gelen yayın . Sonra yine devam ediyor şarkı, tabi kaldığı yerden değil! Bu arada önüme kamyoncu bi amca çıkıyor zaten gecenin bu vaktinde kim yolda olur bu memur şehrinde,herkes sabah 6’da kalkabilmek için 3.rüyasına dalmak üzeredir muhtemelen. Neyse geçiyoruz onun da solundan, kim olur yolda bu saatte diyordum ya hızlı gençler ( Sanki ben 30’um) beni mahcup ederek rüzgar gibi geçiyorlar yanımdan. Aynı anda cızırtılı radyodan başka bir şarkı anonsu geliyor tabi hemen önce radyo cıngılı giriyor araya. Sonra yeni bir şarkı başlıyor,sevsem de sevmesem de “cızırtılı” ya o bana yeter . En ruhsuz şarkıya bile bi anlam katabilir bu “cızırtı” iddia ediyorum. Ne gerek var arkadan “dumdıst dumdıst” yaptıran hoparlörler e, sadece ön taraftan radyodan ses gelsin yeter bi de cızırtı olsun,bi tek ben anlayayım şarkıyı dışarıdaki başkaları! ne duysun ne de anlasın ne dinlediğimi ! Hem ben öyle ne yaptığımı ne hissettiğimi de kolay kolay belli etmek istemem kimseye, “cızırtılı” olmak isterim. Anlamak isteyen ,daha doğrusu anlayabilen anlar beni!

Not:Foto http://www.ergir.com/yasamda_bir_gece.htm alıntıdır.

Oğuz Barlas



27 Ekim 2007 Cumartesi

Staind - Outside





Emre Altıntaş

25 Ekim 2007 Perşembe

Mücahit Türkler!

Bir kör milliyetçilik dalgası almış başını gidiyor.. İnsanlar mantıklı düşünmüyorlar, belki de mantıklı olan savlarını hamaset dolu saçma sapan sloganlarla doldurmaya çalışıyorlar. Çünkü düşünmüyorlar, fikir üretmiyorlar. Her zamanki gibi milletçe kendi kendimize propoganda yaparak içimizi rahatlatıyoruz. Hani şu ermeni soykırımı tasarısı amerikan dış işleri komisyonundan geçmişti o zaman da benzer hamasi lafları duymuştuk. (Hakkaten noldu o laflara, adamlar demişti "iki gün sonra unuturlar, hiç bir şey olmaz" diye. Hem unuttuk hem de bi bok yapamadık). Bu içini rahatlatma çok değişik boyutlarda olabiliyor, msn'de içi boş bir yazı yollayıp "bunu herkese yolla, yollamazsan şehitlerin kanı yerde kalır" falan gibi saçma şeyler. Hatta facebook'ta bile artistik fotoğraflarının yerine türk bayrağı koyanlar bir nevi vicdan masturbasyonu yapıyor. Facebook'ta vatan kurtaran mücahit arkadaşlarımız bir de resminin yerine türk bayrağı koymayanları vatan haini falan ilan ediyorlar. Düşünemeyen, fikir üretemeyen insanların arasında bulunmak açıkçası beni boğuyor.

Biraz önce de elime bir yazı geçti neymiş hemen K. Irak'a girilsinmiş, özetle Tayyip Erdoğan bizi oyalıyormuş, Amerikan uşağıymış falan fıstık. İçlerinde doğru şeyler vardır, ben de sorguluyorum girersek ne olur girmezsek ne olur hatta arkadaşlarımla tartışıyorum çoğu zaman. Ama yok İsrail şunu yapmış bunu yapmış, İsrail büyük de biz değilmiyiz, falan yazarak yine düşünmeden Türkiye'yi süper güç sanan arkadaşlarımız yok değil. Değiliz evet ne var yani gocuncakmıyım bu gerçeği kabullenmekten, biz İsrail kadar güçlü değiliz. Dünya'daki sermaye hareketlerini biz kontrol etmiyoruz, dünyadaki tek süper gücünü biz yönetmiyoruz. Biz sadece ortadoğuda petrol yüzünden oynanan saçma oyuna ve bu batağa sokulmak istenen bölgenin "kendi çapında" güçlü devletlerinden biriyiz (şimdi bunu okuyanlar yanlış anlamasın, Türkiye bölgesinde güçlü bir devlet; ve tabiki aciz bir ülke değil, ancak konjonktürel olarak bazı yerlerde elimiz kolumuz bağlı. Basiretsiz dış ve iç politakalarımız da cabası). Girmek bize ne kazandıracak, bizden ne götürecek iyice irdelemek lazım.

Ayrıca bu miting tarzı olayların da cılkı çıktı sanki. Arkadaşımın anlattığına göre geçen gün Kıbrıs Şehitleri'nde insanlar toplanıp şehitler için yürümüş. Sonra da caddenin çıkışında durup gelene geçeni tek tek durdurup neden kendileri yürürken onların yemek yediğini ya da başka şeylerle uğraştıklarını sorgulamışlar. Bu iş artık sokak kavgasına dönecek biraz da, kamplaşma iyice artacak. İnsanlar artık slogan atıp atmamayı değil, karşısındakini durudurup etnik kökenini sorgulayacak.. Biraz daha aklı selim olmamız lazım milletçe. Düşünelim, tartışalım, fikir üretelim.. Bu güne kadar hiç bir şehit cenazesine gitmemiş, hiç bir zaman bu konulara kafa yormamış, yeri geldiğinde askerden kaçmak için bin bir türlü yol arayacak insanlar bu son olaylar da avazları çıktığı kadar bağırıyorlar ve milliyetçiliğin bu olduğunu sanıyorlar. Tamam ben facebook mücahiti olmayabilirim ama o insanlardan daha milliyetçi olduğum kesindir...


Emre Altıntaş

23 Ekim 2007 Salı

Kimyam(ız) bozuluyor!

Başka zaman olsa yapmazdım bunu .Daha önceleri de kantine gelip kendi görüşlerini içeren bildiriler bırakıyorlardı. İfade özgürlüğüne dünya görüşüm gereği çok önem veririm. Benden olmayana,benim gibi düşünmeye daha çok önem veririm hem. Ne de olsa muhakkak benim düşünemediğim bi şeyler görmüştür ve söylemiştir diye düşünerek.


Yırttım evet yırttım! Sınır ötesi operasyon yapılmasın, yaşasın halkların kardeşliği kisvesi altında –farkında olarak ya da olmayarak!- bölücü teröre çanak tutanlara inat yırttım. Hem de kendimin sınır ötesi operasyonun faydası konusunda daha tam larar veremediği durumda. Fikir bazında daha karşıtlık oluşmamıştı yani . Ayrıca Kürt kökenli vatandaşlarımızla sorunum (uz) yok ki zaten. Bu ülkenin bütünlüğü için can veren Kürt vatandaşımız az mı sanıyorsunuz?Biz zaten kardeşiz,zaten aynı vatan için çarpışıyoruz haberiniz yok sizin!


Yırttım evet çünkü daha gün önceki günkü şehitlerimizin acısı dinmeden benim masa gelip Türk Ordu’sunu bu durumdan nemalanan bir kurummuş gibi gösterdiğin için yırttım. Bi de soruyorsunuz “ arkadaşım niye yırttım, sorun
un ne diye? “ Bu ülkenin en acılı günlerinde böyle hassas ve karmaşık günlerden geçerken “hassasiyetlerimizi anlamaktan uzak olduğunuz için” yırttım . Evet hem de senin gözünün önünde yırttım.Ben hayatımda böyle titremedim ve kilitlenip kalmadım .Dua et de kilitlenip kaldım yoksa istemeyeceğim başka şeyler olabilirdi.


Yaptığımın yanlış olduğunu farkındayım. Her ne olursa olsun yırtmamalıydım. Her ne kadar bam telime (mize) bassanız da ifade özgürlüğünüze saygı göstermeliydim.


Kimyamız bozuluyor evet. Nerede,nasıl davranacağımız bilemeyebiliyoruz(m). Kararlı bir siyasi irade gerekiyor halbuki,kendi toplumunun nabzını tutabilen,dış dengeleri gözetebilen ,popülist değil akılcı yöntemler uygulayabilen askerinin moralini yüksek tutabilen bir siyasi otorite hem de. Bunlar olamadığı için şu an normal koşullar altında yaşayamıyoruz. Örneğin okulunda dersine girmesi gereken lise öğrencileri - ölümü göze alarak-askere girmek için başvuruyorlar kendilerini yetiştirip bu ülke adına “-ülkenin gelişmesi adına –farklı farklı alanlarda başla şeyler yapabilecekken .Hiçbiri farkında değil belki nano teknoloji üzerinde çalşıp ülkesi için son teknoloji savunma araçları üretecek projelere imza atacaklar. Ya da içlerinden biri edebiyatçı olacak ve ülkesinin de sempatisini kazanarak Nobel alacak! Ya da biri politikacı olacak ve kronikleşmiş! bazı sorunların çözümünde beyin gücünü kullanıp çözümler üretecek. Ama asker olmayı ve ölüme gitmeyi tercih ediyorlar. Maalesef normal şartlar altında değiliz hem öyle olsa ben bugünkü hareketi yapar mıydım?

Oğuz Barlas


Turist Ömer Olmak Gerek Bazen…

Mal mülk,para,kız,bu akşam ne yiyeceğim derdi olmadan yaşayabilmektir Turist Ömer olabilmek.Dahası bunlarsız da yaşayıp ,yoksunluklarından ötürü sitem etmemeyi de gerektirir . Dahası bu durumla kafa bulabilmeyi gerektirir Turist Ömer olabilmek. Ne güzel demiş Selim İleri ; “Turist Ömer gülmeyi unutmamış, horlandıkça iyimserliği pekişmiş bir kesimin simgesidir,lümpenin çaresizliğidir” diye.

Turist Ömer olmak gerek bazen… Yamyamların arasına korkmadan girebilmeli, başımıza silah doğrultuğunda sağ elimizi silaha götürüp alnımızdan çekebilmeyiliz sanki kontrol bizdeymişcesine. Bazen de arenada boğa ile gözgöze gelebilmeliyiz. Lümpen (toplumun tüm sınıflarınca istenmeyen kişi) diye addedilirken nüktedan ve ustaca bir Türkçe konuşabilmeliyiz. Yine O’nun yaptığı gibi “hadi soyun “ diyen turist kıza"banane banane ben bir askerlik muayenesinde soyundum, bir daha soyunmam." diyebilmeliyiz.Kısacası bizden beklenmeyeni yapabilmeliyiz.Şaşırtmalıyız daha önemlisi yürekli olmalıyız ardını düşünmeden!

Turist Ömer olmak gerek bazen… Ruknettin’e Bedia’yı ayarlamaktır bu sefer yapılması gereken.Yuva kurmaya çalışana kol kanat germek gerekir çünkü. Hele bu dostunsa…Ya da yolda bulduğun cüzdanı içindeki paraya çok ihtiyacın da olsa sahibine teslim etmeyi gerektirir Turist Ömer olabilmek. Lümpenliğine rağmen ahlaklıdır çünkü O. Mutlaka bu hareketin de bi ödülü olur hem, hiç bunu düşünerek yapmasa da o hareketi.Kim İspanya’ya gitmek istemez ki?

Turist Ömer olmak gerek bazen… Kurduğun basit cümlelerle bile “kompiter”e kafayı yedirtebilmek de bir maharettir çünkü. ”Basit” olmaktır Turist Ömer olmak.. Evet belki de anahtar kelime bu;”basit”. Karmaşık makinelerin,kafasının için de binbir tilki dönen insanların , kalabalık ve karışık caddelerin dünyasında “basit” olmak gerekir “basit”. Mutluluğun sırrı budur belki de.

Ve her şey bittikten sonra da “o” selamı verip arkana bakmadan gidebilmeyi gerektirir Turist Ömer olabilmek !

Oğuz Barlas

22 Ekim 2007 Pazartesi

Bugün İzmir'de yağmur var...







Emre Altıntaş

21 Ekim 2007 Pazar

Sözün bittiği yerdeyiz!


Sözün bittiği yerdeyiz…


Oğuz Barlas



Cari Açık ve Yüksek Faiz





Biz bu yüksek faizi ne kadar daha çekmek zorundayız?Daha basit anlatımıyla dünyanın pahalı benzinini,en yüksek meblağlılı telefon faturalarını ,en yüksek işci sigorta primlerini ne kadar faha ödemeye devam edeceğiz!

Benzerleri içinde en yüksek reel faize sahip ülke biziz!





Fatih Özatay’ın 15 Haziran’da Dünya Gazetesi’nde çıkan yazısında Özatay; Estonya, Letonya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Litvanya, Slovakya, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Slovenya’nın cari işlemler açığı / gayri safi yurtiçi hasıla oranları ve reel faiz hadlerini tabloya dökmüş.Dikey eksende 5 yıllık reel faiz hadleri ortalamarı ile yatay eksende de 5 yıllık cari işlemler açığının gayri sayfi yurt içi hasılaya oranı bulunmakta.Grafik bize iddia edilenin aksini gösteriyor.Daha düşük faiz daha yüksek cari açık oranı!Bu grafiğin Türkiye’nin benzerleri ülkeler için geçerli olduğunu unutmamak gerek.Daha değerli ve Türkiye açısından yorumlanabilir kılıyor graiği.





Eğilmez’in grafiğine geri dönecek olursan dikkat çekici bir nokta var ortada,bize en benzer ülke konumundaki (bi kaç yıl öncesinde krizden çıkmıştı) Brezilya bize en yakın faizi ödeyen ülke konumunda.Sonrasında Macaristan geliyor.İlginç olan nokta ise İngiltere’nin daha makroekonomik dengeleri yeni yeni oturan Macaristan kadar reel faiz ödüyor olması.Bunun sebebi olarak genel kabul gören görüş ise İngiltere’nin yüksek cari açık veriyor olması ve bu yüzden tasarruf çekmek amacıyla-göreli olarak-bu denli bir reel faize katlanması gerektiği.Önemle vurgulamak istiyorum;yüksek faiz olduğu için cari açığı var diye iddia etmiyorum cari açık olduğu için görece yüksek faize katlanması gerektiğini söylüyorum sadece.Türkiye olarak ne makroekonomik yapımız 2001 krizinin yaralarını tam olarak kapayabilmiş düzeyde ne de tasarruf edebilme kabiliyetimiz yüksek.Bu nedenle ne bir Almanya’yız ne bir Fransa ne de bir İtalya’yız reel faiz konusunda.





Faizleri düşürmenini yolu nedir peki?Öncelikle cari açığımızı düşürmeliyiz.Nedenselliğin yönünü tekrar vurgulamak istiyorum;yüksek faizten ötürü yüksek cari açığımız var demiyorum sadece faizimizi düşürmek için cari açığımızı daha da anlaşılacak şekilde –tasarruf açığımızı- küçültmeliyiz ki başkalarının tasarruflarına daha az ihtiyaç duyalım ve daha az ihtiyaç duyduğumuz için onlara daha az (faiz) teklif edebilme gücü bizde olsun.Bu demek oluyor ki büyüme hızımızı düşürmek zorundayız.Çünkü büyürken yaptığımız ithalatın yüzde (2002-2006) %71 i ara malı ithalatı.Bu oran düşerse cari açığımız da düşecektir.





Başka bir yol da doğrudan sermaye yatırımların miktarını artırabilmek. OECD verilerine göre, Türkiye’ye, 2002 yılında, 1.1 milyar dolar doğrudan yatırım gelirken, bu miktar, 2003 yılında 1.8 milyar dolar oldu. 2004 yılında ise Türkiye’ye, 2,9 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girdi.Türkiye’ye, 2005 yılında giren doğrudan yabancı sermaye, bir önceki yıla göre üç kattan fazla artış göstererek 9,8 milyar dolara ulaştı. 2006 yılında da 20,2 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girişi oldu.Bir de doğrudan sermaye yatırımlarının şeklinin değişmesi gerek;Telsim’in Vodafone’a ya da Finansbank’ın National Bank of Greece’e satılması şeklinde değil de sıfırdan bir tesis ya da kurum oluşturmak şeklinde olmalı.Bu nasıl olur?Meşhur yapısal reformları (örneğin sosyal güvenlik reformu),gerekli vergi düzenlemeleri,teşvik ayarlamaları,bürokratik işlem kolaylıkları sağlanarak yapılacak elbet.





Kısacası faizleri öyle bir gecede 5-6 puan indirmek akılcı olmayacaktır.Dediğim gibi ithalatımızın %71’i ara malı ithalatı.Bu ithalatlar sadece nakit parayla da yapılmıyor.6 aylık,1 yıllık vadeli çeklerle yapılanlar da var.(Elimde bir veri olmadığı için oranını bilemiyorum).Özel şirketlerimizin döviz borçluluğu malum.Dolayısıyla ihracatçı kesmin istediği şekilde bir indirimin kuvvetle muhtemel yine kendilerini vuracağı bir gerçek.Malesef uzun bir dönemi kapsayan bir süreç yaşamamız gereken.90’lı yılların ve 2001 krizinin hatta daha da derinde 80’lerin başında kurulan sağlıksız bankacılık ve finans kesiminin faturasını hala ödemeye devam ediyoruz.Benzerlerimiz içinde sırf bu yüzden en yüksek faizi ödemeyi devam edecek olmamız bu yüzden.Dua edelim de dış kaynaklı bir kriz çıkmasın.





Biraz uzun bir yazı oldu farkındayım.Yazdıklarımda bir tutarsızlık , yanlışlık ya da eksiklik varsa bunların nacizane bir 4.sınıf iktisat öğrencisinin düşünceleri ve önerileri olduğu unutulmasın lütfen.







Oğuz Barlas





Not:Eğilmez'in bahsi geçen tablosu için; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=233667 aynı şekilde Özatay'ın ilgili grafiği için de http://fatih.ozatay.etu.edu.tr/d6_15_2007_5.pdf (sayfa 6) tıklayabilirsiniz.Eğilmez'in hesaplamarı TCMB'nin son faiz indiriminden (50 baz puan) öncedir.

20 Ekim 2007 Cumartesi

“Dur ey zaman,ne güzelsin!"”

Goethe’nin “Faust” adlı şiirsel oyununda , başkahraman Faust ile şeytan “Mefistofeles” arasındaki mücadaleyi kazanan Faust yukardaki sözü söylememeyi başarmış.Özetle o güne kadar doğa bilimlerini,teolojiyi ,felsefeyi kullanarak bu dünyanın sırlarını arayan ve şeytan “Mefistofeles”e direnen birisiyken “Mefistofeles” kendisine dünyevi zevkleri tattırarak hatta onu zevkin doruklarına ulaştırarak ona “Dur ey zaman,ne güzelsin” dedirtmeye çalışıyor.Başarırsa girdikleri iddiayı şeytan “Mefistofeles” kazanacak ve diğer insanlara yaptığı gibi dünyevi hazlarla onu da uçuruma yuvarlayacaktır.Faust aşkı tatmasına rağmen ki –yaşanabilecek en dünyevi duygu ve zevk- başlıktaki sözü söylememeyi başarmıştır.

Zamanın geçmemesi istemek gerçekten çok arzu edilmesi gereken bir durum mu?Ya da”Ölümsüzlük” çok mu çekiçi geliyor hepimize? Açıkcası nasıl ki 2007 yılında 140 yaşında olmayı istememem 2100 yılında da yaşamak tercih edeceğim bir durum değil..Niye isteyeyim ki?Bi kere hepsi otomatik çalışacak olan ev aletlerini kullanmasını beceremem.Ben manuel vites araba kullanmayı severim ve otomatiğin şoförlüğün ruhuna aykırı bulurum.Muhtemelen manuel vitesli araç da kalmaz o yıllarda.Sonra bi kere Deniz Baykal hala dönemin 48 yaşındaki başbakanına muhafelet yapıyor olacaktır ki tipinde de bir değişiklik olacağını sanmam –çünkü kendimi bildim bileli aynı- ve bu da 140 yaşındaki beni sinir krizine sokar.(Kabul ediyorum kötü bi espriydi).Kısacası uyum sağlayamacağım değişiklikler yaşamın merkezine oturmuş olur ki bu da yaşanmaz kılar hayatı.

Peki bir şairin deyimi ile “geçtiği her şeyi “ öper” mi zaman?.Yoksa çoğu zaman bizi üzer mi?Artık mahalledeki arkadaşlarımı göremiyor olmak,annemi ve babamı lisedeki gibi her sabah kalktığımıda göremiyor olmak,mahalleden her gün geçen minibüsten tanesi 100 liraya gevrek alamıyor olmak,”sobada pişirilmiş kestanenin tadını çıkarırken “susam sokağı”nı izleyemiyor olmak beni üzüyor örneğin.Belki de büyümekten korkuyorumdur ben!Öte yandan düşünüyorum hep aynı kalsam,zaman benim için dursa ve herkes için devam etse hala 5 yaşında olsam.Her günümün yarısı sokakta top oynayıp bisiklet binmekle geçse.Arkadaşlarım büyüse benim hep yeni 5 yaşında arkadaşlarım olsa.Ama olmasın,aksın zaman.İlk kavgamızı edelim,dünyayı anlayamaya çalışalım,bu güzel dünyanın kurnazlığı ve arkadan iş çevirmeyi normal kıldığını görelim.Acı ama bizi biz yapan tecrübeler edinelim.Durmasın zaman.Yaşananlar “eski”de kalsın.”Eski” de kaldığı için değerlidirler belki de.Bi daha yaşanamayacakları için.Özlenmeyecekse ne değeri olur ki yaşananların.Dolayısıyla zaman geçsin,yaşananları yaşanamaz kılsın biz de “Eskiden ….” diye cümleler kuralım.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim zaman karşı cinslerimi lütfen öpsün ve akıp gitsin asla durmasın.Zira onlar büyüdükçe güzelleşiyorlar

Oğuz Barlas




19 Ekim 2007 Cuma

Hoca Efendi ve Talebeleri (Cevap)

Ön Bilgi: Bu yazı aslında "Hoca Efendi ve Talebeleri" başlıklı yazıya yapılan bir yoruma bir cevap niteliğinde yazılmıştır. Bu yüzden önce belirtilen yazıyı ve yorumlarını okumanız şiddetle tavsiye edilir. Bu cevabın yorumlar kısmına yazılması değil de ayrı bir yazı olmasına karar verilmiştir çünkü böylelikle bir devam yazısı havası yakalamak amaçlanmıştır.



Sonunda yazılarımızı okuyup yorum yazan biri daha çıktı (tuğçecim ve mervecim sizi tenzih ederim, ha bi de jazzrail vardı demet'in ev arkadaşı). Yorumun için çok teşekkür ederiz. Yazıyı çok açık yazmadığım için, Oğuz da dahil olmak üzere, yanlış anlamalar olmuş. Öncelikle bunun için özür dilerim. Ancak yazı bu yazı bütün gece boyunca süren bir tartışma sonucunda yazılmıştır. Fakat tabi ki bir gecede duyduklarım değil bunlar, belli bir birikimin sonucu. Neyse madem yorumlar gelmiş, bana da yazının yazarı olarak cevap hakkı doğmuş...

Savaş... Evet, böyle bir kelime geçmiş. Neyin savaşı açıkçası anlamadım, benim savaşım olmadığı kesin! Belki de, tırnak içinde (bilindik el hareketiyle destekleyerek söyleyiniz) cumhuriyetçiler ve cemaatçiler arasındaki savaş bu -yanlışım varsa lütfen düzeltiniz-. Bilemiyorum ben ne cumhuriyetçiyim ne de cemaatçiyim.. Sonra kendini unutturmak ve ya gündem değiştirmek gibi bir şey yazmışsın Eraycım (bak hemen de samimi oluveririm). Burdan şu çıkar; bu uzun cümleyi ya bana yazmışsın, ya da genel bir tepkini dile getirmişsin. Bana yazdıysan, ben öyle biri değilim kime ve niye kendimi unutturma çabası içinde olayım (başlarda bunun nedenini de söylemişsin ama beni tanımadan beni töhmet altında bırakarak (bu lafa bitiyorum be!) suçlamışsın sanki). Ki bence böyle değil, yani bana yazmadığını düşünüyorum. O zaman genel bir tepki bu. Ancak bu daha kötü çünkü bu tip yazılara aynı yakıştırmayı yapıştırıp, kendiliğinden yazıyı genel bir Kemalist ideoloji saçmalığı sanmışsın galiba. Yazıyı biraz daha farklı bir bakış açısıyla yazmıştım aslında. Yazım genel bir tutum içermediği için bu genel tepkiye gerek yoktu kanımca. Bunlar benim naçizane -belki de kimine göre saçma- fikirlerim. O yüzden bu yargın biçimsiz olmuş gibime geldi (yine burda çıkarsama yaptım kendimce, yanlışım varsa lütfen uyarın).

Evet, biraz düşmanlık kokan bir yazı olmuş gibi geldi bana da şu anda, burda direk objektif olmadım, bu tarz yazılarda biraz daha dikkat edeceğim, yalnız daha önce belirttiğim gibi bir hışımla yazıldıydı. Somut cümleden kastını anlayamadım, yalnız orda yazılanlar kesinlikle benim uydurmam değildir. Hatta ve hatta duyduklarımın hepsi bunlarla sınırlı da değil. Ama hepsi bir kişiden değil birçok kişiden, iki kulağımla duyduğum sonra beynimle algıladığım somut düşünceler.

Bir emel doğrultusunda bir eylemi olmayan bir topluluk asla ve kat'a olamaz. Eğer ki eylemden kastın terör eylemiyle, mitingle, toplu intihar töreniyle falan kısıtlıysa tabi bunları yapmıyorlar. Ama eylem kelimesi güzel dilimizde fiil, aksiyon, hareket anlamlarına gelmektedir (bkz: TDK sözlüğü). Şimdi bu "hizmet" hiç bir fiiliyatta bulunmuyor öyle mi? (Bu cümleyi okuyup "Yine yazmışın boş boş laflar somut örnek ver, eylemdelermiş, hani somut örneğim benim?" diyenlere beşkardeş müessesemizin ikramıdır). Tamam, hadi neyse örnek vereyim somutundan olsun, en azından eğitim sistemi içinde tutukları yer de bir çeşit eylemdir ve hizmetin sadece bir ayağını oluşturur -şu anda gözle görülür yıkıcı faaliyetlerde bulunulmuyorsa da gençler cumhuriyet düşmanı olarak yetiştiriliyor ("her şeyin başı eğitim"-anonim)-. Hem yeri gelir liberalleri, yeri gelir sosyalistleri, yeri gelir taocuları, yeri gelir dombilileri yazarız, yazacağız söz! Birincisi kadrolaşmanın kötülüğünde hem fikir olalım, şu anda hizmettekiler kadrolaşıyorsa yarın bir gün başkası kadrolaşınca aman efendim bu kadrolaşma kötü bir şeymiş demek yersiz olur. Ama zaten benim dediğim o değildi, yani cumhuriyetçilerle cemaatçileri rant yeme kavgası değil anlattığım. Kim çalışıyorsa tabi ki o yükselecek. Neyse şöyle daha kolay anlatırım belki, örneğin bir arkadaşıma icazet aldığı hocası akademisyen olmasını buyurmuş. Nedeni de hizmet yolunda yeni gelecek gençlerin önünü açmakmış. Yani hizmetteki gençlerden duyacağını şey de genelde budur; "kariyer boş bir şeydir ve enaniyet göstergesidir. Ancak hizmet adına elzem şekilde kariyer yapılmalıdır ki gelecek nesillerin önü açılsın". Çığ gibi büyüyen, kemikleşmiş, hücre yapısına sahip bir organizasyona sahip, sistematik bir şekilde yönetilen çok büyük bir topluluktan bahsediyoruz arkadaşlar, yanlışımız olmasın. İşte bizim kimseyi çekemediğimiz falan yok aslında..

Bir de cumhuriyeti, yani şu anki cumhuriyeti sevmiyor cemaat çocukları. Kimse de şu anki sistemin Kuran'da bahsedilene yakın bir yönetim olduğunu söylemesin. Hayır, sanki çok güzel bir sistemimiz var, açıkçası ben de hatalı kısımları olduğunu savunuyorum. Fakat şunu asla söylemedim; "bir ülkeyi halkın seçtiği tüpçü, öğretmen, iş adamı, profesör falan filan mı yönetecek?". İçlerinde demokrasiye inanmayan çok kişi var. Bir de demokrasiyi araç niyetine kullanmak isteyenler var ki, demokrasiyi hala Fransız Devrimi çağındaki gibi algılıyorlar. Örneğin insanlar istedi diye demokratik yollarla din kurallarına göre yaşama ve yönetimi yani şeriatı benimseyebilirler diyorlar. Modern demokrasilerde artık çoğunluk diye bir şey kalmadı, azınlık hakları ve konsensüs terimleri daha ön planda. (Burda dip not gireyim ben tamamen demokrasiye inanıyorum ve aslında hizmetteki arkadaşlarımla en çok tartıştığım konu da bu oluyor). Eğer insanlar özgürlüklerini bir kere kaybederlerse bir daha çok zor geri alırlar. Tamam, ülkemizde din ve vicdan özgürlüğü yok, ama konu rejimin kötü yanları değil. Dediğim gibi kendi içimizde çözmeliyiz bunları demokrasi çerçevesinde. Ancak rejim değişikliği, demokrasiye inanmamak çok ters geliyor bana.

Evet, ortalamaya baktığımızda görülen bir şekilde bu sistemin içine dahil olmuş olan insanlar. Kimi çok içli dışlı, kimi kendi dinini yaşıyor sadece. Ama sistem bu insanların üzerinden yürüyor. Çekirdek oluşum içersinde sistem sanırım bildiğim kadarıyla anlattıklarıma yakın düşünceli insanlardan oluşuyor. Şöyle de bir analoji kurdum şu anda: sistemin sadece cumhuriyetin içinde çalışabilmesi, biraz da karıncaların vücudunda büyüyen parazitik larvalara benziyor. Dişi sinek gider karıncanın üzerine konar ve yumurtalarını karıncaya enjekte eder. İçerde büyüyen larvalar karıncayı öldürür ve sineğe dönüşürler. Yani içerdeki küçük sistem bir gün büyük sistemi yıkarak kendi büyük sistemini dönüşüm geçirerek kurabilir. Yani hizmet zaten sadece cumhuriyet içinde var olabilir (başka sistemlerde farklı bir hizmet olurdu belki), her şey olgunlaştığında hizmete zaten gerek kalmaz, çünkü içinde bulunduğu sistemi yok ederek asıl amacına ulaşarak kendi sistemini kurar.

Son olarak ben asla bir düşüncenin, bir oluşumun tamamen kötü olabileceğine inanmıyorum. Hizmetteki arkadaşlarımla olan tartışmalarımız da aynı şeyleri düşündüğümüz çok şey olduğu gibi, farklı şeyler de bulunmakta. Açıkçası "Tehlikenin Farkında mısınız" tarzı bir tehlikenin aslında olmadığını ya da bilenen ve empoze edilenden daha farklı olduğunu göstermek istedim biraz da. Yine eklemeden yapamayacağım; amacım kimseyi korkutmak ya da birilerine bok atmak değil. Ama işin içine biraz girince anlaşılıyor; yapılanlar belli, ortada daha doğrusu...



NOT: Oğuz kendi verdiği cevapta bazı düşüncelerime tercüman olmuş, kendisine burdan teşekkür etmeyi bir borç bilirim. :)



Emre Altıntaş

TOEFL

Dün toefl sınavına girdim. Nasıldı diye sormayın sınav gibiydi işte, normal geçti yani ne bileyim :$ Neyse bu toefl dediğimiz sınav aslında çok gerksiz, saçma bir sınav şahsi kanaatimce. Dallama amerikalıların saçma mantalitesi sınav süresince bariz çarpıyor insanın gözüne. Ama asla zor bir sınav değil, tabi taktikleri bildikten sonra. Bunun için de mutlaka iyi bir kursa gitmek gerekiyor. Yoksa sınavda ben ingilizce biliyorum zaten diyerek girmek pek bir işe yaramıyacaktır. Sonuçta o kurslara da herkesi almıyorlar, önceden bir seviye sınavına tabi oluyorsunuz. Ayrıca kursta kesinlikle ingilizce öğretilmiyor, sadece ve sadece soru tipleri çözüm yolları taktikler öğreniyorsunuz. Ayrıca pratik kazanmış oluyorsunuz hem de soruların saçma cevaplarının aslında nasıl basit mantıkla çözülebileceği empoze ediliyor. Sınav dediğim gibi biraz teknik ve taktik işi, bu da kendi kendine öğrenilebilinecek bir şey asla değil. Yani aslında kurs içinizdeki potansiyeli ortaya çıkartıyor, ya da az olan ingilizce bilginizle bile çok iyi puanlar almanıza yardımcı oluyor.

Biraz öğrendiğim taktiklerden bahsedeyim bari. Bütün hepsine tabi ki deyinemeyeceğim şu anda. Özellikle readingde çok çeşitli soru tipleri olduğu için onu geçiyorum hemen. Yalnız şunu söyleyeyim genelde sorudaki kelimeleri ve eş anlamlılarını soruda arayın ve o cümle içersinde geçen kelimeleri ya da eş anlamlılarını şıklarda bulun ve işaretleyin. Ancak genelde soruları çözerken paragrafların ilk ve son cümlelerine bakılıyor. Listenningde ise konuşmacının her dediğini not almaya gerek yok, belli vurguları not almak yeterli olacaktır. Speaking de ise 6 soru var. Bu sorular 3 tip, bağımsız konuşma, okuma ve dinlemeli konuşma, dinlemeli konuşma. İlk tipte bir soru geliyor karşınıza 15 saniye düşünme ve 45 saniye konuşma süreniz var. Örneğin hayatınızda verdiğiniz önemli bir kararı söyleyiniz, neden bu kararı verdiğinizi açıklayınız. İşte bun yaparken 4 net neden vermeniz gerekiyor. Bu tip sorular işte böyle 4 açık madde öne sürerek cevaplanmalı. Sonrakiler zaten çok açık sorular ama dinleme kabiliyetiniz ve not almanız iyi olmalı. Writing kısmınde ise 2 tip soru var; bir tane integrated bir tane de independendt. Integrated da bir metin okuyorsunuz sonra da birşeyler dinliyorsunuz. Genelde dinlediğiniz şey okuduğunuzun tam zıttı oluyor. Yazarken de dinlediğiniz şeyi yazıyorsunuz ama arada birer cümle okuma parçasından sıkıştırmakta fayda var. Burda 3 paragraftan oluşan bir yapı kullanıyorsunuz. Independent da bir soru geliyor bunu 5 paragrafta açıklıyoruz. İlkinden farklı olarak bunda ekstradan 2 paragraf giriş ve gelişme paragrafları oluyor. Neys biraz karışık anlattım hem de eksik baya. Yazarak da anlatılmıo be :)

Bu arada sınava girdiğiniz yer çok çok önemli. Ben mesela internet kafe gibi bir ortamda girdim ve iğrençti. Bildiğim kadarıyla bazı yerlerde herkes kendi kabininde birbirinden bağımsız olarak giriyor sınava.



Emre Altıntaş

10 Ekim 2007 Çarşamba

Normallll...!

Ailenizle sofrada akşam yemeğinizdesin.Salataya çatalınızı batırırken açık olan tv’deki ana haberde yine “Şırnak’ın Beytüşşebbap ilçesinde teröristlerle çıkan çatışmada…” şeklinde devam eden bir haber.Cümlenin gerisini getirmeye gerek yok hepimizin malumu.Malesef hepimizin de tekrar –maalesef- kanıksamaya başladığı cinsten bir haber.Sonra yemeğe devam ediyorsunuz.İçiniz acıyarak,”yine mi “ diye söylenerek,teröristlere bela okuyarak.Okuyoruz da n’oluyor.Yine ,yine,yine.Sadece askerlerimiz de değil,siviller de canlarını kaybediyorlar artık. Bugün de bir çocuk hayatını kaybetmiş Diyarbakır’da .Tek suçu oradan geçiyor olmaktı .3 gün önce 13 askerimiz ve sonrasında 2 askerimizin şehit edilmesinden sonra çok şey yazmak istemiş ne yazacağımı daha doğrusu nasıl başlayacağımı bilememiştim.Ama artık biliyorum; terörizm hayatımızın “normal”i oldu.

Ben neden kulaklığımla yüksek sesle hareketli müzikler dinleyip kendimden geçerken birden durup kendimi suçlu hissediyorum?Neden bölüm kantininde kahkahalar eşliğinde arkadaşlarımla muhabbet ederken kendimi rahatsız hissediyorum?Neden akşam yemeğimi iştahlı bir şekilde yiyemiyorum?O anda teröristlerle çatışma eşiğinde bulunan ya da ihtimali olan binlerce askerimizden biri aklıma geliyor ya da hakikaten o askerin şehit edildiğine ilişkin haber kulaklarımda çınlıyor.Bu dediklerimi bir daha yapmamak üzere bırakıyor değilim.Ne yapıyorsan bi süre sonra yine aynılarını yapıyorum;3 saat sonra, 2 gün sonra fakat…Fakat kendimi hep gözünün önünde yanan ahşap binanın içinde kalanların “bizi kurtarın” feryatlarına karşın elinden bi şey gelmeyen “yangını izlemekle yetinen” kişi gibi hissediyorum.

Şehitlerimizin ailelerini ekranda görünce hissettikleriminden bahsetmiyorum bile.O görüntüler zaten hepimizin yüreğini dağlıyor.Ben bu ülkenin görece refahı yüksek ve güvenli kentinde yaşıyor olmanın verdiği rahatsızlıktan bahsediyorum.Böyle de bir rahatsızlık şekli olur mu demeyin.Oluyor işte.Normalde herkesin hissetmesi gereken bi şey.Normal yaşamınızdan vazgeçmeden ama “normal”inizi yaşarken kafanızdan o “normal” yaşamı nasıl yaşayabiliyor olduğunuzu düşünerek yaşayın arkadaşlar.

Bangır bangır tezkereyi geçirerek “ben operasyona geliyorum ulan” şeklinde mi olur yoksa “istihbarat kuvvetlerinizi kullanarak mı olur” yoksa çoğu ülkenin yaptığı gibi bu işi sadece “profesyonel terörle mücadale timlerine” bırakarak mı olur ya da bunların bir bileşimi olur bilemiyorum ama bu işin kısa vadede askeri çözümü bunların içinde olsa gerek.İşin siyasi kısmı ise başka bir tartışma konusu.Ama size bir ipucu vereyim bence sorun:”Doğu’daki Terörizm” sorunudur yoksa AKP’nin aldığı sonuçlara bakmadınız mı?Kürt kökenli vatandaşlarımız kendilerinin diğer Türk vatandaşlarından ayrı muamele gördüklerini hissetseler böyle bir oy patlaması yaşanabilir miydi?Onlar da terör istemiyorlar,onlar da insanca yaşam istiyorlar ve çözümün “terörizm” olmadığının farkındalar!

Oğuz Barlas

Hoca Efendi ve Talebeleri

Din devleti istiyorlar... Evet evet yanlış okumuyorsunuz din devleti istiyorlar. Kesinlikle Deniz Baykal'ın yaptığı gibi korkutma psikolojisini kullanarak insanları ajite etme (ajite etmek: acındırmayla alakası olmayan bu kelime fransızcada -kabaca- kışkırtma anlamına gelmektedir) çabası içinde değilim. Ama bu kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir olgu. Belli bir kesim insan (ki bu insanlarla genelde iç içeyim) tartışmalarında sürekli din devletinden, dinin birleştirici unsurundan bahsediyorlar. Cumhuriyetten ve getirdiklerinden ise nefret eden bu zümre, Atatürk'ten iğrendiklerini her defasında açıkça dile getiriyor. Haa Atatürk hep doğru işler mi yaptı tabi ki tartışılır, ama nasıl ki zerdüştler Hz Muhammed'in doğumunu kara gün ilan edip yas tutuyorlarsa, bunlar da aynı mantıktalar. Hatta Atatürk'ün uzantısı olarak gördükleri bir kaç şeyden biri olan orduya her seferinde bok atmayı kendilerine görev bilen bu insancıklar, son terör olaylarında bile PKK'ya hiç bir şey söylemezken, direk orduyu ve cumhuriyeti eleştirmektedirler. (Nasreddin Hoca'nın dediği gibi "hırsızın hiç mi suçu yok kardeşim be!)

Şeriatın her zaman "en güzel yönetim biçimi" olduğunu idda eden bu kimseler, tarihsel gerçeklikleri yok sayarak ya da kendi görüş açılarına göre yorum katarak desteklemeye çalışıyorlar. Tarihe tek taraflı bakmak kadar kötü birşey olamaz bence. Olayları islam tandansıyla yorumlayan bu kimseler, tarihi olaylar sanki kendi dedikleri doğruymuş gibi empoze etme çabası içindeler ayrıca. Bunun dışında "İdeolojik Tarih"in yanlışlığına dem vuruyorlar, ki bazı noktalarda haksız da sayılmazlar. Örneğin okula başladığımızdan itibaren sürekli beynimize sokulan milliyetçi, Atatürkçü düşünceyi eleştiriyorlar (dediğim gibi haklı oldukları kısımlar var). Fakat kendilerinin beynine bir şekilde sokulan islam penceresinden bakma gerçeğine asla toz kondurmuyorlar.

Ayrıca milliyetçilik baş düşmanları. Bu yüzden ikinci cumhuriyetçileri çok seviyorlar... İkinci cumhuriyetçilerin hep bir lafı vardır: "Yok efendim nereye geliyormuş şeriat, saçmalamayın". Böyle bir şey yok, bu adamlar bunun için çalışıyorlar, "bu düzen bir gün mutlaka yıkılacak, yerine bizim istediğimiz düzen gelecek" diyorlar. Bunun içinse kadrolaşmaya önem veriyorlar. Belirli yerlere belirli adamlarını sokmak en büyük emelleri. En azından içlerinden her türlü meslekten adam çıkartıp belirli yerlere gidip "misyonerlik" tarzı bir oluşuma gitmek istiyorlar. (Misyonerlik onlara göre serbest olmalı, yani bir hristiyan misyoner gelsin istediğini yapsın. -Zaten islam en büyük din olduğu için bir şey elde edemezmiş diğer misyonerler). Bu insanlar tehlikeli, istedikleri yapmak istedikleri güzel şeyler de var. Ama emelleri devlet yıkmak, yeni devlet kurmak...

Blogumuzun başlığı gibi her zaman doğruluk ve adalet peşinde olduk ve olacağız da... Özgürlüklerin herşeyin başı olduğunun da farkındayız. Açıkçası cumhuryietin sorunlu olduğunun ve düzeltilmesi gerektiğinin biz de biliyoruz. Çoğu şey 80 senedir çözülemedi, ama yavaş yavaş çözülecek hepimiz özgürleştikçe. Ama bu asla "Hoca Efendi" ve talebelerinin istediği gibi olmayacak, "hizmet" dediğiniz başarılı olamayacak!


Emre Altıntaş

7 Ekim 2007 Pazar

Özel...Çok Özel!

Bugün Hürriyet'ten Yılmaz Özdil'in yazısını okumasaydım açıkcası benim de haberdar olamayacağım "Özel Olimpiyat Oyunları" Çin'de başladı(mış).Hatta başlamış da bizimkiler de fırtına gibi girmiş.Öncelikle çok özel bir şampiyonumuz var;Durducan Nevruz.Yüzmede "altın" madalyayı boynuna geçirmiş Durducan kardeşimiz.10 yıl önce yüzmeye başlamış.4 yıldır da profesyonel olarak devam etmekteymiş.Yarışma öncesi heyecanlanan antrenörünü ve ailesini O yatıştırmış.

Tek başarılı sporcumuz ""O" değil.Aşağı da resmini gördüğünüz Bowling Milli Takımımız da "altın madalyayı ülkemize getirmiş.Milli marşımızı çaldırmış Çin'de.

Ayrıca Erkekler yüzmede 50 metre B kategorisinde yarışan İsmail Cem Aksu ve 50 metre A kategosinde yarışan Fatih Türkmen gümüş madalyayı boyunlarına geçirmişler.Bayanlar A kategorisinde yarışan Özden Turanlı da bronz madalyanın sahibi olmuş.
Basketbol takımımız ise fırtına gibi.İlk maçta Japonya'yı 22-14,ardından İspanya'yı 22-13 mağlup etmişler.İsviçre'ye ise tarihi fark atmışlar; 62-6.Bugün Belçika ile oynuyorlar.Bu aşamadan sonra ise final geliyor;Ukrayna-Yunanistan galibi ile.


Futbol takımımız da tıpkı basketçiler gibi hızlı başlamış;Türkiye :7-0: Almanya.Onların önünde daha çok maç var.
Voleybol takımımız ise 3.lük için Çin ile bir kez daha mücadale edecekmiş.

Açıkcası "Engelli" sözünü ne kadar hakediyorlar tartışılır.Bunca yıl bir spor dalında kendilerini geliştiriyorlar,emek sarfediyorlar,zaman harcıyorlar,buradan Çin'e kadar gidiyorlar.Engel tanımyorlar da "engelli" oluyorlar.Ben burdan "hadi ordan be" demek istiyorum.Tanım gereği olduğu için söylüyorum "engelsiz" diye addedilen bizler "bu yaz kesin her sabah koşucam len,hem de her gün 5 km yüzücem" şeklinde iddia larda bulunup bunu yapamazken,hatta bazen 200 metre ötedeki bakkala gitme(mek) için kılı kırk yararken,"hiç halim yok dışarı çıkamam şimdi" gibi bahaneler üretirken aslında engelin kafaların içinde olduğunu göremiyoruz.


Siz "özel insanlar"; size sadece "saygı" duyuyorum.


Oğuz Barlas

Not:Resimler üzerinden de anlaşılacağı üzere "Fanatik" Gazetesinden alınmıştır.Ayrıca bu yazının "mış" lı olmasına en az benim ilgisizliğim kadar etkisi olan mümtaz Türk medyasına selamları iletiyorum!

6 Ekim 2007 Cumartesi

Çok üzgünüm...



Nasıl oldu ben de anlamadım...Aslında anladım..Bi şişe benzinle arabayı çalıştırmaya çalışırken yokuş aşağı geliyor olmanın da etkisiyle oldu...Ya ama sen de bu hayattan bıkmışcasına "yeter artık" der gibi önüme önüme koşturuyordun...N'apabilirdim?..Frene bassam yokuşun sonu olduğu için araba duracaktı.Basmazsam arabayı çalıştırmış olacaktım ki basmadım!.Saniyeler içinde karar vermeliydim buna ve ben gitmeyi seçtim.Ama sen de istikrarlı bi şekilde arabanın çaprazından önüme önüme koştun.Aslında intihar ettin bence.Bi de üzerinden geçtikten sonra patilerinden birini havaya kaldırmışsın ya da kaldırmaya çalışmışsın.Çok kötü oldum bunu duyunca.Çok üzgünüm çoook!


Oğuz Barlas

5 Ekim 2007 Cuma

Heves Mi Sandın

Yeni yetme fantastik arabesk sanatçımız Oğuz Geben ilk videosunu "Heves Mi Sandın" adlı parçasına çekti. Klibinde oynattığı mankenle aşk dedikoduları ayyuka çıkan Oğuz Geben "Bunlar hep Mahsunizzetiboalişanözcan'ın uydurmaları. Bak Mahsunizzetiboalişanözcan çekil artık önümden, yeni bir star doğuyor, çekil önümden lan!" diyerek ünlü sanatçıya hodri meydan dedi.







Emre Altıntaş

4 Ekim 2007 Perşembe

Oğuz is çok sıradan

Sıradan bi hayata sahip olmak bazımız için “dertsiz tasasız” bazımız için de “keyifsiz eğlenceden uzak” bir yaşam anlamına gelebilir.Sorunları içselleştirip,kanıksayıp,artık alay etmeye başlamışsak kendimizle,onlar da “hayatımızın bir normali” olmuşsa,çok konuşup çevremizdekilerle paylaş(a)mıyorsak eğer o zaman yaşanan da “sıradan” olmuyor mu halbuki.”Sıradanlık” kavramına takmış bulunmaktayım anlaşılacağı üzere, tabii ki hayat bağlamında.

“Dert” sözcüğü bazen “borcu için para bulamamak”, bazen “hastanede yatan yakını için gereken kanı bulamamak” bazen “akşam gideceği davete uygun kostüm bulamamak” bazen “öss’yi kazanamamak bazen de “sevmediğine kavuşamamak” için kullanılır.Hepsi “Hayrola Karadeniz’de gemilerin mi battı” sorulara cevap olabilir farklı farklı insan tipleri için.

“Mutluyum” mu ne zaman kullanırız? “iddia kuponu tutturduğumuzda”,”peşinden koştuğumuz kızla çıkmaya başladığımızda”,”terfi ettiğimizde”,”bi dersimizden AA” aldığımızda ya da “lastiğimiz patladığında yolda sağlam krikosu olan birine rastladığımızda (başıma geldi de oradan biliyorum).Bunların hepsi anlık ya da anlık olmasa genellikle kısa bir süreci kapsayan durumlar.Sıkı durun şimdi bombamı patlatıyorum;Bence “mutlu olma” ya da “dertli olma” durumu geçmişte yaşadıklarınızın,şu an yaşıyor olduklarımızın ve son olarak –ki bence en önemlisi gelecekte yaşayacaklarımızın toplamında hissettiklerimizin bir ürünüdür.Buradaki “anahtar nokta” “gelecekte yaşayacaklarımız.Denilebilinir ki “yaşama ihtimalimiz olan şeyler” üzerine peşin peşin sevinebilir miyiz ya da üzülebilir miyiz?Bu nokta asıl söylemek istediğim şeyi vurgulamak istiyorum;Hayat bir bütündür ve sadece bir kısmına bakarak ya da olaylara odaklanarak duygulara yön vermemeli bence.Böylelikle “aşırılılıkları” –duygular bağlamında- en aza indirmiş oluruz.Kulağa insan doğasına “aykırı” bi şiler söylüyormuşum gibi geliyor muhtemelen.Ben demiyorum ki “3 gün üst üste 5 sınav gireceğim” diye suratınızı asmamazlık ya da etrafınızdakilere asabiyet yapmayın ama o 3 gün sonrasında yapacağınız haftasonu tatilinde arkadaşlarınızla yapacaklarınızı düşünüp o anki duygularınız hafifletin.Ya da çok sevdiğiniz bi arkadaşınız hastanede yoğun bakımdayken sadece onu kaybetme duygusuyla üzüntüden kendiniz yiyip bitirmeyin.Geçmişte onunla beraber yaşadığınız acı tatlı anılarınız düşünerek olabildiğince yüzünüzü gülümsetecek şeyler hatırlamaya çalışarak ona güç vermeye çalışın.Onun hastaneden çıktığını ve beraber eskisi gibi hayatın tadını çıkardığınızı hayal edinin.İnanın bunu güçlü bir şekilde hissederseniz o da yaşamak için kuvvet bulacaktır.Diyelim ki sevgilinizden ayrıldınız o zaman n’apmanız mı lazım? Onun bu anlattığım paradigma çerçevesinde içindeki cevabı ise her şeyin ilacı"zaman" şeklinde olacaktır.Öyle bir durumda olabildiğince bencil olun,içinde sadece kendinizin olduğu geçmişiniz ve yine sadece kendininizin olduğu geleceği düşünün.Elbette hissettiklerinizi yok edemez ama hafifletir.

Yazdıklarım saçma olabilir,gerçekçi olmayabilir,dediğim gibi insan doğasına aykırı olabilir herkesin düşüncesine saygı duyuyorum ama benimki naçizane bir öneri sadece.Hayata bir bütün olarak bakın,gelecekteki mutluluklarınızı peşin peşin yaşayın,geçmişinizde sizi mutlu kılan hiçbir şeyi unutmamaya çalışın bakın ne kadar sıradan bir hayatınız olacak.

Oğuz Barlas